Recent Comments

BEN DE YAŞADIM-(7.Bölüm)

Saygıdeğer Bozkırlılar ve okuyucular!

Çocukluğuma ait ve o günlerdeki Bozkır’ımızın sosyokültürel, sosyo-ekonomik ve yaşamsal bir kısım çevrelerinde gelişen bazı olay ve olgulardan derleyerek “Ben de Yaşadım” adını verdiğimiz anısal romanın  ilk 24 konusunu sırayla ve 6 ayrı bölüm halinde geçtiğimiz haftalarda takdirlerinize sunmuştuk.
Bu defa da 25 ve 26. konuyu 7. bölüm olarak beğeni, takdir ve yorumlarınıza sunuyoruz. Umarız ki beğinir, ilgi ve zevkle okursunuz...



25- Mülâkata Gidiyoruz ve Babam Torpil Arıyor!

Babam Konya’dan geliyor. Küçük bir yol hazırlığı yapıyoruz hızla.
Benim aldıklarım:
Bir değişirim çamaşır, İlkokul diplomam, “arasına koyayım da diplomam kırışmasın” diye aldığım ve alelacele elime geçen bir “Din Dersi” kitabı ve Bozkır İlköğretim Müdürlüğünden temin ettiğimiz fotoğrafsız bir sınava (mülâkatlara) giriş belgesi  ile nüfus cüzdanım.
Anlatımlarından anlaşılacağı gibi elime kitap dahi almamışım. Biraz heyecan, biraz da tedirginlik var üzerimde. Herkes bir şeyler konuşuyor; Babama torpil bulmasını söylüyor bazıları. Mülâkatı kazanabilmem için yani. “Bu çocuğun kazandığı boşa gitmesin, falan…” diyorlar. Gerçi benim torpil işine pek baktığım yok. Önce Allah, sonra kendime güveniyorum ben. Duymuş yahut okumuşsam kaçmaz… Ancak neyi ne kadar duyup okuduğum o başka elbet… Lakin bana sorsanız; aklımca bilmediğim yok… İlkokul’da verilen bilgiler anlamında yani…
Fakat sanırım bu torpil işi Babamın kafasına yatmış olmalı ki, vardığımız gibi Konya’ya derhal torpil aramaya başlıyor Babam.
Kimi bulacaksa…?
“Yumurta kapıda, folluk arayan” Babam!
Yine de gayretli... Ne yapsın garibim; gayret gayrettir. Emek de emek… Meşru olmasa da… Zaten herkes yapıyor bunu. Bir de babam denemiş çok mu? Önemli olan niyet... Bana yardımcı olabilmek adına ortaya koyduğu gayret…

Eğitmenimizin büyük oğlu Demir Ali GÖKER ile eskiden ülfeti vardır Babamın. Önceden de bilirim; severler birbirlerini. Demir Ali Hocam Edebiyat öğretmenidir. Necatibey Eğitim Enstitüsü Mezunu… O sıralar Konya İmam – Hatip Okulu’nda çalışır.
Evine varıyoruz. Babam durumu anlatıyor. Benim için bir torpil bulmasını rica ediyor. O, biraz kıvranıyor ama yine de “İvriz İlköğretmen Okulu’nda, Necatibey’den mezun matematik Öğretmeni bir okul arkadaşı bulunduğundan” bahsediyor.
Babam seviniyor; “Tamam işte…!” der gibilerinden...
Lâkin Demir Ali Hocam umutsuz konuşuyor. “İş yapıcı bir tip değil O, bu işi hem yapmaz, hem beceremez” diyor. Başka bir tanıdığının olmamasından yana da hayıflanıyor…
Çaresiz bir kart yazıyor bize. Ve: “Umut umuttur; gidince bir umut bunu kendisine verin!” diyor.
Diyor ama gördüğüm kadarıyla çaresiz görünüyor. Bildiği bir başka çaresi olsa sanırım mutlaka yapar Demir Ali Hocam. Çünkü o yıllarda herkes kendi çevresinden insanları kaldırmak ve kalkındırmak istiyordu. Daha doğrusu haset tıynette olmayan herkes… “El olacağına bizimki olsun!” diyordu. Gerçi hala da öyle ya…!? 
Böylesi durumları makul ve masum bulsam da pek onaylamıyorum.
Ancak Realite bu yine de! Hasılı durum bu; böyle yani. İnsanlar birbirlerine tutunarak ilerliyorlar. “Bir bildik bin yaddan iyidir!” diyorlar… Yardımı ne de olsa tanıdıktan bekliyorlar. Elden bekleyecek halleri yok ya?!
Canları yandığında ise: “Eller, tanıdıktan iyi!” diyorlar. Aslında bu da doğru. Zararın hep bilindik yerden geldiğini biliyorlar.
Bir de merhametli ve hakşinas insanlar var tabii. Onlar sürekli hakkı gözetiyorlar. Ve herkese merhametle yaklaşıyorlar. Beklentide olmuyorlar. Karşılığını Allah’tan istiyorlar.
Ve yine görüyorum ki insanlar ta çocukluk yıllarından birbirlerine kenetleniyorlar. Kaybetmiyorlar birbirlerini. Yukarı, yukarı çekiyorlar kendilerini. Ve kazınıyorlar. Yine de bu tarz kazançların gerçek birer kazanç olup olmadıklarını bilemiyorum. Ne var ki değdim gibi Realite budur.
Dolayısıyla ben gençlere, özellikle çocukluk arkadaşları olmak üzere kazandıkları dostları yitirmemelerini öğütlüyorum hep. Bunu da çok önemsiyorum. Çıkarcılık anlamında değil ancak dayanışma ve dostlaşma anlamında bu konuyu çok önemli ve anlamlı buluyorum.
Elbette bu anlattıklarım birilerinin hakkını gasp etme hakkı vermez kimseye.

Evet!
Demir Ali Hocamdan ayrılıyoruz. Babam halâ çırpınmada. Kimi bulsun adamcağız son anda? Kimi var ki zaten yanında? Bir Allah!
Babamın bu çırpınışı gören adamlardan birisi Babama geldi bu arada. Bizim Köylü birisi. Ancak kim olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum şu anda. Yine de “Lâtifigilin Seyit Ali” yahut “Halil İbrahim” denilen kişilerden birisi olsa gerek.
“Ulan!” diyor Babama…
“Buralarda hiç torpil arama. Ereğil’de (Ereğli) bir adam var çok zengin. Ereğil’in yarısı Onun. Ereğil’in göbeğinde apartmanları var. Hem de yirmi otuz tane... Ahmet Gözneli Evleri diyorlar onlara. O evlerin hepsi O’nun. Adı da Ahmet GÖZNELİ. Ereğil’de sözü pek geçerli. Hatırı yüksektir. Ne iş olsa yapar. Delimam’ın (Anne taraf Dedem) Cezaevi arkadaşı olur. Delimam bu çocuğun dedesi değil mi? Doğruca git O Adama’a. Durumu söyle, bir güzel anlat! Bu çocuğa yapmayacak torpili de kime yapacak? Bu işi mutlaka bitirir O. Git, O’na git!  Doğruca git” diyor.
“Hiç buralarda torpil arama. Vallahi torpilin en büyüğü sende”  
Sanırım bu anlatımlar babamın kafasına yattı. Çünkü bir hayli rahatladı. Bu arada benden çok heyecan, gariban Babamı sardı.

Ver elini garaj… Konya’daki eski garaj. En eskisi yani.
Aldık biletlerimizi; bindik otobüse… Ereğli otobüsüne.
Vakit gündüz. Yola çıktık ki, yol dümdüz.
Gündoğu istikametine gidiyoruz…
Uçsuz bucaksız düzlükler… Git git bitmez. 148 km yol. 2 saat 15 dakika sürüyor. Ama ok gibi gidiyor…
Bir buçuk saat sonra otobüs mola veriyor. Adeta çölün ortasında bir yer. Köy gibi bir şey. Meğer Karapınar’mış. Ayran satıyorlar. “Karapınar ayranı” diyorlar... “Pek bir meşhur olduğunu” söylüyorlar. Herkes içiyor ayrandan. Ama biz içmiyoruz. Çünkü “hem paramız az, hem nihayeti ayran... Ayran ayrandır, Köy’de her zaman içiyoruz. Ola ki bizimki daha güzeldir.” diye düşünüyoruz
Sadece tuvalete gidiyor; yola devam ediyoruz.
45 dakika sonra Ereğli’deyiz.
Yeşile bürünmüş, 30 bin nüfuslu kocaman bir şehir. Zamanın en büyük ilçelerinden biri. Üstelik Sümerbank’ı da var. Dokuma fabrikası…
Elma başta olmak üzere meyvenin memba-ı bir yer. Bolkar Dağı’nın dibinden başlayan “Dereyüzü Köylerine” kadar. Aynı zamanda beyaz (saman sarısı) kirazın anavatanı...
Şehrin merkezindeki garaja iniyoruz. Eski garaja yani. Dört tarafı dükkan ve yazıhanelerle çevrili, tek girişli eski düzen bir garaj.

Öncelikle “Ahmet GÖZNELİ” ve “Evlerini” arıyoruz. Gerçekten de böyle bir adam var;  tanıyorlar. Bize bir tarif ediyorlar. Şehrin merkezindeki “Pasaj” denilen yerden batı istikametine gidiliyor. Oradaki “Ceran Sineması” denilen sinemanın az daha arkalarında bir yer. Bu “Ahmet Gözneli Evleri” denilen yeri buluyoruz. Gerçekten de mahalle gibi bir şey. Birbirine benzeyen çok katlı binalar… Hatırımda kaldığına göre uçuk pembe boyalı evler.
  Yanlış hatırlamıyorsam bir de kanal geçiyor binaların kıyısından. Kanal üzerinde de köprü...
Soruyoruz; orası… Durumu anlatıp “Ahmet GÖZNELİ’yi” istiyoruz; çağıyorlar. Derken bir adam geliyor, ileri yaşlarda, orta boylu, hafif tıknaz…
Soruyor ama biraz soğukça bir adam...
Delimam Dedemden bahsediyoruz yüzü aydınlanıyor.
Daha sıcak davranıp, “Hoş geldiniz!” diye hatırımızı, ve “ne aradığımızı” soruyor.
Babam anlatıyor. Fakat durum umutsuz. Adamın yüz ifadesinden o anlaşılıyor. Bozuntuya da vermiyor. “Ben” diyor, “artık yaşlandım. Hiçbir tanıdığım kalmadı Ora’larda ve o taraklarda.” 
Babam ısrar etse de olmuyor. Zannımca en önemli umudu yıkılıyor.
Ben de etkileniyorum Babamdan. Onun kadar umutlu ve hevesli olmasam da… Bu torpil işinden hani. Yan cebime konulsa hiç de fena olmaz yani. Öyle ya can derdi. Yine de benim asıl umudum kendimden.
Ayrılıyoruz “Ahmet GÖZNELİ” ile “Ahmet Gözneli Evlerinden”
Biraz kırık yani…

O yıl Suat YENİTÜRK öğretmenimin tayini çıkmıştı Bizim Köyden. Hem de Ereğli Merkez’e. Zaten Ereğli’li idi. Lütfü Hamidiye mahallesinde otururlardı. Bu arada O’na da uğramak lazımdı. Hem müjdeyi vermek; hem O’na da bir torpil sormak. Evet; bu da lâzımdı.
Ancak şu torpil işi ile ilgili olan asıl babamdı.
Sorduk yakınmış mahalle eski garaja. Hem de oldukça yakın. Garajın Hemen kuzeydoğusunda. Mahalleye girişimizde sorduk. Hemen de tanıdılar.
“Abisi var Ali.... 3. ligdeki Ereğli Spor’da  oynuyor. Aynı zamanda Sümerbank’ta çalışır.  Anasıyla  bir de kız kardeşi var.” dediler. Bize evlerini tariflediler.
Doğruca vardık. Dere kenarında küçücük bir ev. Yoldan gidişimize göre solda. Eve giriş yoldan tarafta. Evin ortasında bir hol, yanlarda iki odacık var. Arkası küçük bir bahçe… Daha doğrusu arsa… Yine de ortasında bir şeftali ağacı var. Bahçenin geriside kiler ile mutfak… Tuvaletleri de ayrı… Bundan başka yok gayrısı…

Allah razı Olsun; bize izzet ikramda bulundular.
Göçmen görünümlü güler yüzlü insanlar… Belki de göçmendiler. Soyadları da zaten bunu destekler.
Anne ve Kız Kardeşleri evdeydiler. İkisi de sıcak kanlı, muhteremdiler.
Öğretmenim de ağabeyi Ali de yoktu. Onlara selam ve muştu bıraktık. Öğretmenim gerçekten de son derece mutlu olmuştu. Çok onurlandı ve sevindi. Sonraları çok çok görüştük. Bana kocaman adam muamelesi yaptı hep. Sağ olsun; O zaten gerçek bir Öğretmendi hep.  
Bu eve çok gidip geldim daha sonraları... Okul yıllarımda yani. Pikaplarındaki plâkları çok dinledim. Özellikle Suat SAYIN ve Adnan ŞENSES’leri…
Öğretmenimin Ali abisi ile tanıştık sonraki yıllarda.Ancak O hep meşguldü. İş, top, vs., vs. …
Soluklanıp ayrıldık.
Okula gitmeliydik.

Garaj üzerinden, Ereğli Merkez’e, “Pasaj’ın” oraya vardık. “Aksoy Pasajı’na”… Yine de bizler oraya sadece “Pasaj” derdik ve öyle bilirdik. Bildiğim kadarıyla başkaca pasaj yoktu çünkü Ereğli’de.
“Pasaj” dedim de: O yıllarda pasajın tam karşısında bir gazeteci, yanında da şalgam suyu satan bir yer vardı ki…  Şu şalgam suyunun tadı halâ damaklarımda. 
Duyuşumuza göre Okul’a dolmuş, tam o şalgamcının önünden kalkarmış. Vardık, yoklar. Sorduk; “Postanenin yanına gidin!” dediler. Postane yakın… Karşımızda duran Pasaj’ın hemen kuzeyinden doğuya doğru giden bir yol var. Tam da “Ceran Sineması” sokağının karşı sokağı. O sokağa girince 100 - 150 metre ilerisi postane… Postanenin hemen kuzey batısında da Selçuklulardan kalma, o meşhur “Ulu Cami”… Çevresi bin bir sanat, baharat ve  süs eşyası satıcısı. Ve dükkanları…
Vardık postaneye.  Bir dolmuş var hazır hemen gitmeye. Bağırıyorlar: “Okul’a, Okula, Okul’a…!”
Biz de biniyoruz Okul’a…
Dolmuş hareket ediyor. Az ileriden sağa dönüp doğruca “Pasaj’ın” önünden geçen ana caddeye çıkıyor. Bu ana cadde esasen, Adana Yolu’nu kullanarak gelen Ereğli yolundan, şehir merkezine sapıldığı yerden başlıyor. Oradan garaja, sonra da pasaja ulaşıyor. “Pasaj’dan” sonra da güneydoğu istikametinde uzanıyor.
Az ileriye varınca Sümerbank yolu sapıyor sağ tarafa. Orada hem dokuma ve ayakkabı fabrikası var, hem de müştemilatı. Stadyumu, sineması bile var...

Az ilerisinde de “İvriz Çayı” üzerine kurulmuş Ereğli’nin o meşhur mesire yeri “Gülbahçe”… Ama ne bahçe…! Gerçekten de gülbahçe… Bin bir çiçek, mor menekşe… Ağaçlar altında, şırıl şırıl sularıyla… Eğlence ve dinlence yerleri, konferans salonlarıyla…
Süslü hanımları kollarına takmış, şık görünümlü  beyleriyle…
Çocuk gezdiren nazenin anneleriyle…

Sümerbank tarafa sapmadan dümdüz ilerlediğinizde ana caddeden, Sağınızda “Atlas Sineması” var! Biraz daha ilerleyince istasyona erişirsiniz. Daha doğrusu istasyonun az ilerisinden demiryolunu keser geçersiniz. Konya-Karaman-Adana Demiryolu’nu.
Ondan sonra şehir biter. “İvriz Çayı” boyunca uzanan alüvyonlu alanlardaki bağlık, bahçelik, elmalıklar çıkar karşınıza. Yol da bunların arasında geçer gider doğruca. Yolun kenarında köyler… Yol boyu serpişen evleriyle… Yazlık, Çerkezköy, Belceağaç. Sarıca, vs. ler…
Bu vadi ve bahçeler aslında Bolkar Dağı diplerine kadar sokuluyor. En önemli Hitit Eserlerinden biri olan “İvriz Kabartması”nın” da içinde bulunduğu “İvriz (Aydınkent) Köyü’ne”, Ora’dan da “Dereyüzü Köylerinin” bulunduğu yerlere kadar uzanıyor.

Okul’a giderken kullanmakta olduğumuz bu yol, Ereğli’nin hemen çıkışında hafif sola kıvrılarak adeta doğu istikametine döner. Ve devam böylece devam eder. Çerkezköy’ün çıkışına varılınca, Okul görünüyor karşıda.
Okul ama, ne okul…! Öyle tek bir bina falan sanmayın. Kocaman bir kampus yalnız başına. Yerleşkesi geniş, çökmüş oturmuş kendi nam ve hesabına. Adeta bir köy büyüklüğündeki yerleşkesi ile.
Arazisi daha da geniş, Bizim Köy’ünkinden bile..
Genişliği bir yana, bitek ve verimli de.

Çerkezköy’ü geçip de 2 km. kadar daha gidince “Okul’un Ziraat’ına” erişiyoruz. Kocaman bir çiftlik… Neredeyse bir köye yetecek kadar.
Ve neler yok ki bu Ziraatta ?
Ekin, zerzevat bir tarafa, vişne, kiraz, elma, armut, bağ, ve daha niceler…
İş bununla da kalmıyor: Tavukhane, inek damları, arılar, tavşanlar vesaire…

Okul’a ait ziraatının orta bölümlerine gelindiğinde yol sağa ayrılıyor. Tam güneye… 2,5 - 3 km.lik tatlı bir rampa… Bu rampayı tamamlayıp da tam dağa saracağımız yerde de Okul.
Tam 14 km. mesafede Ereğli’ye. Kendi başına ama vakur ve azametli…

            *****************

Vakit ikindiyi çoktan geçti. Belli ki Okul’da misafir olarak kalınacak yer yok. Zaten ortalık curcuna. Sayıları neredeyse 450 – 500 kişiyi bulmuş mülâkat için gelen çocuklar, o çocukların yanındakiler, torpilciler, vs…
Okul personelinin durumu da öyle… Yani yoğun ve karmaşık günler…
Ve nihayet bütünleme ve yaz çalışmasındaki öğrenciler…
Okul’un kendi öğrencileri yani..
Ve okulun bu kadar kişiyi misafir edecek olanakları yoktu!

O günün sabahına Mülâkat başlayacak. Girip, hemen döneceğimizi sanıyoruz. Fakat anlıyoruz ki en az üç gün sürecek.
Kendimize kalacak yer soruşturuyoruz?
“Ereğli’ye gitmemizi” salık veriyorlar. Otelde kalır, lokantada yer, dolmuşlar da gider gelirmişiz Okul’a… Oooo…! Olmaz ki!? Çok para gider ona çok para!” Nerede bizde o para?! Batırır vallahi…
Düşünsenize: bir yıllık emeğimiz 100 teneke buğday ile 20 eşek yükü yaş üzüm. Gerisi ise amelelikten kazılan cep harçlığı. Yevmiye de 10 lira… Zaten her zaman çalışılmıyor, sadece  ara sıra… Yılda 60-70 gün kadar… Bilemedin, 80-100 gün… Hattâ bu denli uzun çalışanlara;“Köy’de şapkası görünmez!” diyorlar. Bu arada Babam, harman sonu boşluğundaki dışarıda, yani ameleliğe dönük çalışmasını yarıda kesti zaten!
Otel en az  3 lira olsa, 2 kişiyiz, etti mi 6 lira… Dolmuş parası 125 kuruş gidiş geliş o da yapar 5 lira. Üç övün lokanta yemeğini de sayarsan vallahi batarız biz… Üstelik üç – beş gün de oralarda kalıverirsek yani. Batik gitti hani!

Durumu izah ediyor Babam; bir başka çare soruşturuyor?
Okul’un 3 km. doğusunda “Durlaz” (Yıldızeli) köyü varmış. Orayı öneriyorlar. “Ora’nın misafir odasına gidin!” diyorlar. “Ora’da hem yatar, hem köylülerin ikram ettikleri yiyeceklerle idare edermişiz. Ancak acele etmeli, kimse varmadan odayı kapmalıymışız. Köy Okul’a yakın olduğundan  günübirlik gider gelirmişiz…” öyle diyorlar..
Evet; bu çare güzel!
Köy’e nereden ve nasıl gidileceğini güzelce öğrenip derhal yola çıkıyoruz. Bu arada bizim Bozkır’ın Kınık Köy’ünden Ali ve Babasıyla karşılaşıyoruz. Biz onları zaten tanıyoruz. Meğer Ali de kazanmış yazılı sınavı. Seviniyoruz…! “Hoşbeş” edip, onları da yanımıza alıyoruz. Doğruca Durlaz’a gidiyoruz. Gündoğu istikametine.

Okul’un arazilerini bitirip de Durlaz sınırlarına girdiğimiz de, bağ ve bahçelerin de arasına giriyoruz.
Köye girişte, iki değirmen döndürecek büyüklükte bir çaydan geçiyoruz. Üzerindeki köprüden. Bu çay dağdan, güney istikametindeki “Dedeköy” önlerinde bir yerden çıkıyor. Sonrasında da Okul’un hemen üzerindeki “Gaybi Köy’ün” arazilerini sulayarak erişiyor buraya. Oradan da aşağı ovaya… Devamla, doğruca Çay’a... İvriz Çay’ına…
Suyu geçtikten sonra köy meydanına varıyoruz. Çayırlık, küçükçe bir alan. Misafir Odası da tam orada. Çayırlığın kuzey kenarında. Orta yerde bir çeşme… Bu çeşmenin yanında da bir söğüt…
Bunlara bakarken, bir de ne göreyim? karşıdan bir sığır sürüsü gelmekte söğütlerin arısnad beri doğru? Hiç görmemişim öylesi sığırları. Dişi hayvanlar ama, bizim öküzlerden çok iri… Boynuzları da dümdüz, öne doğru ve sivri… Siyah mı siyah renkleri var. Parlak siyah bir renk. Benekleri bile yok. Doğrusu çok dikkatimi çekiyorlar. Meğer “camız” (manda) diyorlarmış bu hayvanlara… Hayret; biraz da soğuk geldiler bana…?! O güzel huylu Kara Öküzümüze benzemediklerinden mi ne?
Ne var ki o çeşme, o söğüt ağacları ve camızlar hep aklımda…
Özellikle Zehra BİLİR türküsünü söylediğinde kendimi tam orada, tam da o anda bulurum hep.
Her “Manda yuva yapmış söğüt dalına. Yavrusunu sinek kapmış gürdün mü?” deyişlerinde.

Vardığımızda Oda’ya başkaları da gelmişti. Ancak bizim yatılabileceğimiz kadar yer vardı. Binada hepsi hepsi tek bir oda vardı... Tuvaleti de ayrı…
Bize fazlası gerekmez. Yan yana yatınca sığdık mı yeter!
Şanslıydık. Oraya son anda yetişmiştik çünkü. Biz de varınca Oda doldu. Arkadan gelenlere yer kalmadı. Başka yerlere gitmek zorunda kaldı onlar. Bilmem ki, nerelerde barındılar?

Bu tarz odalardan kendi Köyümüzde de vardı. Üstelik 6-7 kadardı. Her sülalenin kendi odası vardı. Misafirlerini rahat ettirmek için o odalarda bakarlardı.
Hem hayvanlarına hem de kendilerine…
Bu odalar aynı zamanda o sülâle bireylerinin bayramlarda toplanıp, birlikte yiyip içerek bayramlaştıkları yerlerdi de.
Zaman içinde işlevini yitirmeye yüz tutan bu odalar, Köy Muhtarlık hizmetlerine, Öğretmen veya İmamların oturmalarına tahsis edildiler…
Bizim oda ise yıkıldı maalesef…!

Dediğim gibi “Durlaz’daki Misafir Odası” halen kendi işlevindeydi o sıralar. Sağ olsun köylüler; bizim için de yatak yorgan getirdiler; yerleştik.
Daha sonraki günlerde köylülerle de halleştik.
Onların getirdikleriyle bir güzel beslendik.
Allah hiç birisine açlık ve açıklık (barınaksızlık) göstermesin. Hem kendilerine, hem geçmişlerine, hem gelecek nesillerine ve sizlere…

            ******************

Ertesi sabah tam saatinde geldiğimizde Okul’a, mülâkatların üç gün süreceğini, Bozkırlıların mülâkatının ancak üçüncü gününde sınav olunacağını öğreniyoruz. Biz de çıkıp okulu geziyoruz? Yerleşkesini ve çevresini…
Dedim ya: “Okul arazi ve yerleşkesi Bolkar Dağı’nın kuzey eteklerindeki yamaçlardan başlıyor aşağı Ova’ya doğru…”

Ve  Okul’un güney doğusunda bir tepecik var. Oraya çıkıyoruz.. Okul binaları, ziraatı vs tüm arazisi insanın sanki ayakları altında…
Daha önceki yıllarda öğrenciler tepenin Okul’a bakan yamacında ve yamacın tam böğrünü kazarak, bir amfi tiyatro yapmışlar. Yapmışlar ama, nedense yarım bırakmışlar. Sadece kazılıp hazırlamış; taş falan döşememişler.
Bu amfi tiyatronun basamaklarına oturup seyrediyoruz aşağıları. Okul’u ve okuldan ileriye doğru göz alabildiğine uzanan bağlık, bahçelik yeşil Ereğli’yi… Daha da ilerisi dümdüz ovaları… Nerdeyse Karapınar’a yaklaşan Karacadağ’ları…
    
 Okul’un yerleşkesini teşkil eden binaları aynı “İVRİZ” yazısının yazımı biçimde yerleştirmişler araziye. Tepeden bakınca hemencecik okunabiliyor…
Çok bina var. Hepsi de geçmiş zamandaki öğrencilerin el emeği ve alın teri ile yapılmış…
Malzeme, eşya ve yiyecek depolanacak muhtelif binalar… Her birine bitişik de birer lojman… Ayrıca öğretmenler lokali ile öğrenci lokalleri var ayrı ayrı. En üstte de okulun su deposu… Bunlar “İ” harfini teşkil ediyorlar ve güneye doğru uzanıyorlar.
Su deposundan aşağı istikamete doğru, dershaneler var ayrı ayrı… Her biri, birerli Bitişiklerinde birer tuvalet ve içeride bir de öğretmen odalı… Bunlar  “V” harfinin ilk bacağı… harfin ikinci kolu ise yönünü doğu batı istikametine çeviriyor; ilk bacağa doğu yönden ulalı… İşte bu kol üzerende de öğretmen lojmanları sıralı. Çoğu orada lojmanların. Altından da bir yol geçiyor boydan boya… Batı istikametinde Okul’a gelerek, oradan “Gaybi Köyü’ne” giden yola erişiyor. Doğu istikametine ise, “Durlaz’a”  yönüne eklemleniyor bu yol.
“V” harfinin bitişim köşesi olan “Durlaz” çıkışına doğru gelen yerdeki yolun hemen altında Basketbol sahası var.  Ancak yalın bir basketbol sahası değil; kocaman ve tam bir açık hava spor salonu… Spor adına ne arasan var. Kum havuzu, koşu parkuru, voleybol sahası, vs., altta armut, üstte akasya ağalarının arası…
Hatta oturma yerleri ve sıkışıca gidilecek tuvaletleri bile var.
            Yolun alt bölümünde ise, “Basket Sahası” dediğimiz bu yerden sonra başlayarak batı yönüne giden “R” harfinin düz çizgisinin sırası. Bu sırada yemekhane, mutfak ve bavulhane ile birleşen koskoca Okul idare binası… Devamın da Müdür lojmanı ile başlayan diğer lojmanlar…
Daha aşağılarda yatakhaneler… Her biri ayrı ayrı. 70’er kişilik ikişer yakalı kovuşlar… Ortasında ortak lavabo ve tuvaletler… Arka kısımlarında da ütü odaları. Her bir binada 140 civarında öğrenci yatıyor. Soba moba arama, o soğuk kış günlerinde… “Yangın çıkar” korkusuyla icat etmemişler sobayı (!)
“Gaybi’ye” giden yolun boyunda ise demir işlerini çalıştığımız işlikler,  Ağaç işlerini öğrendiğimiz marangozhaneler, resim atölyesi var. Resim atölyesinden doğuya kıvrıldığımızda; fizik ve kimya laboratuarı, müzikhane ve fırın… Fırından güney yöne dönüldüğünde de trafo, revir, hamam, çamaşırhane,  ve aklıma gelmeyen niceleri.. Çamaşırhanenin üstündeki son yatakhanenin sonrası o “Basket Sahası”…
Ve anlattığım eski idare binasına yeniden kavuşuyoruz orada.
Bu binalar da “R” harfinin direk kısmından sonrası ile yerleşkenin “İZ” bölümünün oluşturmakta.  Böylece, aşağı yöne doğru bu “İVRİZ” yazısı binalarla tamamlanmakta…
 Eğitim öğretimin hizmetine ilk o yıl verilmekte olan 3 katlıklı ve 16 derlikli yeni bina, anlattığım bu yerleşke düzene uymuyor.  Binaların en altında. Ondan aşağıda da Bir top sahası.. Futbol topu, futbol sahası yani.
“V” harfinin açıklığında da Atatürk büstü, gönder ve içtima (toplanma) sahası var.
Yerleşkenin içi yemyeşil, muhtelif ağaçla dolu. Akasya, çam, mazı, armut, badem, kayısı ve daha niceleri.
Yerleşkede tavuk ve tavşan kümesleri bile var. Hattâ arılar…
Okul’un kendi otobüsü, “Şavrole” dediğimiz bir acil binek arabası, küçük bir kamyoneti, hatta traktörü bile var.

Bizden evvelki öğrenciler yapmış hepsini bu binaların.  Onlar dikip yetiştirmişler onca ağaç, bağ, bahçe ve meyveleri…
Nerede kalmış O “Köy Enstitüsü” günleri…
Yine de devam ediyordu biz vardığımızda o günlerin etkileri ve izleri…
Hiç birisini soldurmadık yapılanların…
Bir güzel baktık hepsine…
Ayrıca bizlerde diktik nice ağaçları yine.
Kocaman bir orman yaptık “Ziraat” ile “Top Sahasının” arasına…

Şimdilerde “hepsi gitmiş” diyorlar…
Okul’a verilen emeklerin, kurulan düzenlerin yani…
Bilmem ki bu gidişi hazırlayanlarla çanaklayanlar ne halt ediyorlar…?
Ve görevini layıkıyla yapamayan bizler…
Bilmeden karşı devrimi hortlatanlar…?
Hepsi bir yana. Sadece bir kararla ve bir anda, 5-6 fakülteli bir Üniversitenin alt yapısı hazırdı o zamanlar!
Sağ olun değerli büyükler…
Sanırım memleket kurtuldu…

Bir de bağlantıya bakın olur mu?

            *****************

Bu arada Demir Ali GÖKER Hocamın okul arkadaşı olan öğretmenin lojmanını da öğrenmeye çalışıyoruz. Tabii ki dikkatli davranıyoruz. Gerçi kime sorsan niçin aradığımızı hemencecik biliyorlar ama yine de neyse! Tedbir tedbirdir, devekuşu gibi sırf başımızı gömsek de!
Sanırım soyadı “KILIÇARSLAN” olmalıydı öğretmenimizin. Ama adı kesinlikle Bahri… Evet,  “Bahri KILIÇARSLAN” olmalı matematik öğretmenimizin adı…
Daha sonraki yıllarda derslerimize hiç girmediği için soyadını pek hatırlamadım. Zaten Okul’da da fazla kalmadı sanırım o yıl tayini çıkıp gitti.

Uzatmayalım…:
Lojmanını soruyoruz; gösteriyorlar.
Öğretmen lojmanlarının arasından geçerek Okul yerleşkesini doğu-batı istikametinde  adeta ikiye bölen yolun, yine yerleşkenin batısındaki ve güneye, yukarıdaki “Gaybi Köyü’ne” giden o yolla birleştiği kavşağın hemen sağ alt köşesindeki lojman.  Binalarla oluşturulan “V” harfi ile “R” harflerinin arasındaki yolun sonu…
Varıyoruz…
Babamın elinde “Demir Ali GÖKER” Hocamın verdiği kart var. Zili çalıyor. Demek kapılarında zil de var! O güne kadar kapı ziline pek rastlamamışım da… Daha doğrusu kapıda zil ilk defa dikkatime geliyor.
Kapı açılıyor; zayıf ve uzun boyluca bir adam…
Bizi görüp de, Babam daha “Demir Ali” bile demeden derhal durumu anlıyor; yüzümüze bile bakmadan, kapıyı kapatıyor. Kendisi de içeride kalıyor.
Böylece bu son torpil umudu da tükeniyor…
Özellikle Babamın umudu…
Sağ olsun; O elinde geleni ve gerekeni zaten fazlasıyla yapıyor…

Yapıyor ama bu defa da kafayı bana takıyor Babam!?
Mülâkat sınavı adına az daha bilgilenmem için “Bir şeyler okumamı” istiyor.
Kitap, mitap bir şeyler yani…
İyi de, nereden; ve ne? Hem de bu sırada…?
Ah “yumurta kapıda folluk arayan” Babam ah!
İlkokul kapanalı neredeyse 5 ay olmuş, onca zaman sesini çıkarmayan Babam ah!
Ben pek oralı olmuyorum. Okuyacak kitap yok zaten elimde.
Çok ısrar edince bunu söylüyorum! Ancak o benim “diploma korumalığı” yaptığım “Din Bilgisi” kitabını “Dilbilgisi” kitabı sandığı çıkıyor ortaya…
Durumun bu olduğunu öğrenince az daha üzülüyor ve biraz daha kızıyor bana.
Ah sonradan gayretlenen babam ah!

Tabii… O da haklı…
Öyle ya:
Mülâkatlar devam ediyor son hızla…
Herkes heyecanlı…  Sınava girecek çocukların birçoğu harıl harıl maşallah…
Babam etkileniyor onlardan.
Neredeyse o çocukların yanında kursa sokacak beni de!
“Ben biliyorum; korkma falan!” diyorum. Üzerimden baskısını biraz olsun savuşturmaya çalışıyorum…
Neyse ki vazgeçiyor bu tür ısrarlarından.
Belki de çaresi tükeniyor…?
Hay çareleri asla tükenmeyesice Babam hay!



Ali’nin Babası Saat Çalar mı Hiç?

Okuldaki sınavların 3. ve son günüydü. O gün bizler de alınacaktık mülâkata. Sonuçlar da açıklanacaktı aynı gün.
Sabah tam saatinde, “Yeni Bina’nın” önündeydik hep birlikte. Durlaz’da oda arkadaşlığımız yaptığımız Ali ile Babası vardı yanımızda.

Ali’yi de, Babasına da  daha eski yıllardan tanırım ben. Kınık’lıydı Onlar. Bozkır’ın Kınık Köyü’nden! Fakir köylülerin daha bir fakirlerindendiler. Yalnız cana yakın, efendi temiz ve dürüst bir aileydiler. Bilirim; birkaç kez gitmişliğim vardır evlerine.
Ali bizim öküzlerimizi güttü birkaç sene.
Kınık Köyü’nde!
Kınık Köyü tüzel kişiliği Dedemin kadim ahbabıydı. Hiç kimsenin değil ama bizim öküzlerimiz o köyde güdülürdü o yıllarda. Dedeme sözleri vardı. Ancak uygun bir çocuk bulunur, o çocuğa o zaman için öküz başına 30- 40 lira verilir, o çocuk da öküzlerimizi bir ay civarında güderdi.
Takribi 10-20 Haziran – 10-20 temmuz civarlarında. O dönem bizlerde ekin biçim dönemiydi. Köyde iş haddinden çok, ve o aralıkta öküz güdülecek arazimiz pek yoktu. O tarih gelene dek ben kendim gütsem de onları, o dönem için hep Kınık’ta bulunurdu öküzlerimiz. Ora’da güdülürdü.
Kınık Bizim Köy’ün kuzeyinde ve yaklaşık bize yaya 3 saat mesafedeydi. “Tepearasının Ardı” yada Bizim Kuzeydoğumuzdaki en yakın komşu köyümüz olan Taşbaşı üzerinden gidilirdi Kınık’a.
“Teperasınının Ardından” gitme konusu genellikle yaya ama yalnız gittiğimizde tercih ettiğimiz daha kestirme bir yol idi. Tarla bağ ve bahçelerin arasından geçer, şipşirindi. Ancak öküzleri götürüp getirmek gerektiğinde Taşbaşı üzeri tercih edilmeliydi. Ben bu yolun ikisini de bilirdim. Dedemle çok gidip geldim O’nun sağlığında.
Taşbaşı’na vardığımızda oradaki ahbaplarına, özellikle de “Kerimin Hacı” rahmetliye sürekli misafir olur hatırını sorardık. Oradan tepeye doğru, “Dedeler Mevkii’ne” varırdık. Ormanların arasında “Soğuk Oluk’a”, ulaşırdık. Sonrası çayır – çimen, kırık dökük obaları ve yukarıdan aşağı, sıra sıra oluklarıyla “Kınık Yaylası”… Ora’dan da “Kınık Korusu” içinden geçerdik “Ver elini”;  Kınık yapardık…

Dedem hastalandıktan sonra hep ben götürüp getirdim öküzlerimizi Kınık’a. Ara yoklamalarına ben gidip geldim.
Ali’yi, babasını ve ailesini işte bu dönemlerden tanırım. O yıla gelmezden önceki iki yıl Ali güttü öküzlerimizi
Akıllı çocuktu Ali. Bir de efendi...
O da kazanmıştı yazılı sınavı ve hep birlikteydik İvriz İlköğretmen Okulu’nun o yılki mülâkat sınavlarında.
Okul’da yapılmakta olan mülâkatı kendimin kazanacağımdan emin olmasam bile Ali’nin kazanacağına kesin olarak inanıyordum. Kendim Kazanamasam dahi Ali’nin bu durumuna seviniyor, adeta teselli oluyordum.
Öyle ya: “Ya sen de, ya seni sevende olmalıydı.”  Ellerde ve uzaklarda olandan ne fayda vardı bize? Öyleyse, yanımızda ve yakınımızdaki kimselerin varlığına sevinmeliydik; haset etmeli değil.

İşte böyle, sıranın bizlere gelmesini beklediğimiz bir sırada iki adam geldi ileriden hışım gibi yanımıza. Ali’nin Babası’nı işaret ediyorlardı doğruca. “Hah, bulduk; işte bu adam!” diyorlardı aralarında.
Merak ettik. Ancak Ali’nin Babası’nda bet beniz kalmamıştı. Surat bir tuhaf… Hattâ korkup heyecanlanmıştı. O sakin, güler yüzlü dürüst,  sevecen ve vakur adam kaybolmuştu.
O iki kişi geldi. Ali’nin babası’nı aralarına aldılar. “Lavabolardaki o adam sendin değil mi dediler. “Hık, mık!” ettiyse de O diğerleri dinmediler.
 “Evet, o adam sendin! Orada bizim çocuğun saati kayboldu; çıkar ceplerine bakacağız!” dediler. Garibin Adam itiraz ettiyse de fazlaca direnemedi. Adamlar Ali’ babasının cebinden bir saat çıkardılar ortaya.
Alinin Babası’nın yüzü kıpkırmızı ve hali perişan…! Fakirlik var fakirlik…! Bir saatçiğin dahi ışıltı altında ezen bir fakirlik. Belli ki şeytana uymuştu Koskoca Adam. Olacak şey miydi bu be adam?
Hepimiz şaşırmıştık.
Şaşakalmıştık.
Ali’nin Babası saat çalar mıydı hiç? Ama olmuştu nasılsa.   
Vallahi dünyam yıkıldı. Ve ciğerlerim söküldü. Ali’nin babasının o haline.
Canım; af diye bir şey vardı.
Ama bizim insanımız bazen aftaki muzafferiyatı görmez, vatan kurtarmış komutan edasıyla cezalandırmaya giderdi bu tarz insanları.

            ***************

Saat deyip geçmeyin yine de:
Çok önemli bir değerdi kol saati o yıllarda. Birçoğu parasal olarak başı iyice sıkışınca başvuracağı mali bir güç olarak bakardı saate.
Ayrıca kola takılı en güzel bir aksesuar…
Kol saatleri kurmalıydı genellikle. Yine de pek pahalıydı o yıllarda.
Bildiğim kadarıyla “Hıslon” ve “Nacar” marka saatler vardı. Belki de bunlar en tutulanlarıydı.
Daha sonraki yıllarda “SEIKO-5” ve “ORIANT” marka, kurmasız otomatik saatler çıktı. Yurda kaçak girdiği yerlerde 750 lira civarında olsalar da içerilere girildiğinde fiyatı neredeyse 2.000 - 2.500 lirayı bulan saatlerdi.

Ve öyle herkes alamazdı saat maat!
Yalvar yakar oldum da;
Öğretmen Okulu’nun ta 5. sınıfındayken alıverdi babam bana saati.
Hatta Analığımdan da gizli.
Bugün gibi hatırlıyorum 115 lira para verdi babam ona. “Hıslon” marka güzel bir saatti. Sarım nereden baksan 7-8 amele yevmiyesi gitti Babamın. O gariban, güzel Babamın!
Bakın siz kıymete ve değere…

Bana alıverdiği zamanlarda henüz kendinde bile yoktu saat…
Hattâ ne radyo, ne pikap…
Köylülerin türkü saatlerinde, “Bizim radyomuz var!” der gibilerinden övünçlerini de beraberinde sergilemek için sesini sonuna dek açıp, sessin erişebildiği yerlerde bulunan herkese dinlettikleri o eski model radyolardan…
Gerek bataryalı, gerekse pilli olanlarından…
Hani o Avrupa malı “PHILIPS” ve “GRUNDIG” olanlarından…

İlk radyoyu ilk maaşımla aldım ben. “STANDART” marka küçücük bir şey… Ama her yeri çekerdi mübarek… Sesi fazla bağıramasa da…
Tam 650 lira verdim ona…
Köy’e getirdiğimde cama koydurdu, bir bağırttırdı onu Analığım ama…!?
Demek, ellerin bağırtıp da bizim bağırtamadığımız ne kadar gücüne gidermiş ya!?
Hiç kimsenin yanında eksikli ve mahcup etmesin Rabbim Analığımı…
Hem burada, hem cennetinde inşallah…

            ****************

Doğrusu nasıl oldu pek bilmiyorum; iş okul idaresine intikal ettirildi.
Onlar da hem Ali’yi Hem Babası’nı derhal uzaklaştırdılar Okul’dan. Böylesi bir adamın oğlundan da hayır gelmezmiş güya!?
Yazıklar olsun be sizin gibi eğitimcilere…
Sen polis misin; jandarma mi be mübarek? Yoksa eğitimci mi?
Hem söyler misin bana; O Çocuğun suçu ne?
Neden oynuyorsun istikbaliyle?
“Böyle bir davranışa hak ve yetkileri var mı?” diyeceksiniz okul yönetimimin?
Yok ama, var!
Buyurgan devletin uzantısı bu!
Herkes kral.
Demokrasi gelişimi falan masal.
Ali’ye sınav kazandırıp kazandırmamak onların yetkisinde değil mi sanki?
Kazandırmazlar; o da olur biter!
Kadı kim?
Vay benim gariban ülkem!

Bir içim yandı ki sormayın! Moral tepetaklak... Tam da mülakata gireceğimiz saatlerde... Kaynar sular boşandı üzerimden.
Gitti Ali’cik…
Şuncağızların gidişi ve üzüntüleri gitmez gözlerimin önünden!
Kimselere bir şey diyemediler. Arlarına boğulup gittiler.
Eh; şeytanın işi.

Okul hayatı nedeniyle ben uzak kaldım onlardan. Ancak Babam sürdürdü ilişkisini.
O’ndan duyduğum kadarıyla o fakir adam,  ne yapıp etmiş, okutmuştu Ali’yi. Hem de sonuna dek. Varını yoğunu koyarak ortaya... Yaptığı hatanın bedelini Ali’ye ödetmemek için Ali’ye. Bravo; bravo yine de. Beni yanılmadı Ali’nin Babası.
Böylesine davrananlar utansın kısacası.

Ancak Ali’nin Babası tuhafıma gitmişti o günlerde yine de.
“Yahu koskocaman adamsın Mübarek. Çoluk değil, çocuk değilsin. İnsan bir an gaflete kapılır da uyar mı şeytana?” diyerek.
“Hadi çocukluğumuzda bizler yaptık neyse. Yaptık ve uslandık. Çocukluğumuzda gerçi yine çocuğuz; yaşımız 11 ama yaptığımızda daha da çocuktuk. Bu işi biz bile bıraktık.”  Gibilerinden düşündüm.
Ancak şimdi o yaştakilerin de böyle bir gaflete düşebileceğini düşünüyorum artık. Öyle ya; hepimiz insanız. Yanılmadık kul olmaz. Bakın Telafi etti adam hatasını elinden geldiğince.

Çocukluğumuzda yaptık dedim de:
Nasıl olduğunu burada anlatmam sanırım uygun olacak!

Hayatta bu alanda iki tecrübem oldu; ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı.
Bunlardan ilki İlkokul 1. sınıftan 2. sınıfa geçtiğimiz yılın yazında oldu.  Dedemle Bozkır’a gidişlerimizden birisiydi.
Pazar yükümüzü yıktık. Eşeğimizi parka çektik. Dedem satışa başladı. Ben de Şöyle bir gezmek dolaşmaya çıktım pazarın içine. Bir de ne göreyim tezgahlardan birisinin üzerinde güzel görünümlü salatalıklar yığılı.
Öyle bir canım çekti ki sormayın. Adamdan isteyemedim. Dedeme de söylemedim. Cepte zaten para yok bir tanecik alamadım. Ama içim gidiyor salatalıklara. Bir tanecik yesem yeter.
Tezgahın etrafında bir tur atıyorum. Ortalık kalabalık ama ben kararımı veriyorum. Bir tane alacağım oradan. Ama nasıl?
Devekuşu tarzında!
Ne tezgâha, ne salatalıklara, ne de adamlara bakıyorum. Sırtımı tezgâha dönüp, gözlerimi yumuyorum. Sanki görmemesi gereken benim. Salak şey! Canım; ben ne bileyim!
Arkama doğru uzatıp elimi, bir tanesini yakalıyorum salatalıklardan.
Tam çekip alıyorum ki bir el yakalıyor elimi.
Açıyorum gözlerimi?
Tezgâh sahibi. Bakıyor bana ve yarı sert gülüyor.
“Ulan çocuk” diyor, “Bu böyle çalınmaz, bari iste şunu. Madem aldın, aldın… Al hadi,bu aldığın senin olsun. Ama sakın bir daha yapma bunu!”diyor.
Ben çok utanıyorum. Salatalığı yerine bırakıyorum. Hızla oradan uzaklaşıyorum.
Bu işi Dedeme de söylemiyorum, kimseye de…

İkincisi ise:
Aynı yılın güzünde, okullar açılınca Mustafa Emmimin beni Konya’ya götürmesi esnasında ve Konya’da oldu.
O sıralar "Üzüm Pazarı" denilen bir yere götürdü Emmim beni. Daha doğrusu yanında, yedeğinde. Ben O'nu tanımasam da sanırım yanına gittiğimiz o Adam, aklımın ermesinden çok daha önceleri Bizim Köy'den göçme birisiydi. Sanıyorum "Emir Ali" derlerdi O'na. Emir Ali ERKAN yani. Anası bizlerdendi. Bizim Altıparmakgillerden... Sanırım Amcam akrabalaşmak adına Ora'daydı. Belki bir başka işi vardı? Bunu bilmiyorum. Ancak Mustafa Emmim, hısım akraba hatırını çok sayardı... 
Pazar'ın tam orta yerindeydik. Çuval, çuval kuru üzümler, teneke teneke ballar ve pekmezler ile daha çok bu tarz şeyler vardı orada. Toptan işi. Bizim üzerine oturduklarımız ise yer fıstığı çuvallarıydı. Kabuklu. Daha önce yiyip yemediğimi hatırlamıyorum onlardan. Ancak canım çok çekti yine.
“Ne yapayım ne edeyim?” derken; çuvalların azını buldum gidererekten. Tırnaklarımla teyel dikişlerini gevşetip araladım bacaklarımın arasından. Gözüm mal sahibinde ama bu defa. Tecrübem var ne de olsa! Zorla bir tanesini çıkarttım çuvalından
Aaaa.!  Göz göze gelmeyelim mi Emmimle?
Meğer O, beni gözlemede.
Sertçe baktı bana; seslenmedi ama.
Hemen çuvalın içine soktum o çıkarttığımı geri.
Mal sahibi fark etmeden he mi?
Emmim döndü mal sahibine:
“Çuvaldan azıcık tartmasını” istedi.
Çoğunu önüme koydu. Birkaç da kendi aldı.
Yedim afiyetle onu.
Ancak bu girişimim artık son oldu.
Ey Allah’ım nimetlerinden bol bol fıstık da ikram et Mustafa Emmime ora

NOT: Katabın önceki bölümleri ile devamını okumak arzu edenler;
http://bendeyasadim.blogspot.com/ şeklindeki bağlantımdan okuyabilirler

Google News Takip Et
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? ’te Bozkır Haber'e abone olun.
Google News Takip Et
Son dakika gelişmelerden anında haberdar olmak için WhatsApp haber kanalımıza katılın.

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* yapılan yorumlar denetlendikten sonra yayınlanmaktadır.