Recent Comments

Okul Yolu-(8.Bölüm)

            Okul Yolu-(8.Bölüm)
Çocukluğuma ait ve o günlerdeki Bozkır’ımızın sosyokültürel, sosyo-ekonomik ve yaşamsal bir kısım çevrelerinde gelişen bazı olay ve olgulardan derleyerek daha öncelir “Ben de Yaşadım” adını verererek yazdığımız kitabın ilk 26 konusunu 7 bölüm halinde bu setimizde yayınlamıştık. Bu anısal romanın  adını daha sonra "Okul Yolu" biçimindi oeğiştirdit ve bu defa da  ve 27 ve 28. konuları 8. bölüm olarak beğeni, takdir ve yorumlarınıza sunuyoruz.
Umarız ki beğinir, ilgi ve zevkle okursunuz...

27- Mülâkat Zamanı:

Ali ile babasının bu gidişinin izleri üzerimizde. Yine de toparlamaya çalışıyorum kendimi. Öyle ya mülâkata giriş sırımaz yaklaşmakta. Bozkır’dan gelen öğrencileri alıyorlar artık içeriye… 10’arlı gruplar halinde…
Bu arada çocuklar birbirlerine sınav sorusu olabileceğini tahmin ettikleri türden bir şeyler soruyorlar… Böylece hem heyecanlarını gidermeye çabalıyor, hem de bir nevi sınava hazırlanıyorlar. Belki biraz da kendilerine paye çıkarıp, moral falan tazeliyorlar.
Bana da soranlar oluyor. Sorulanları genellikle biliyorum. Kendime güvenim artıyor, belki biraz da böbürleniyorum… Bilmiyorum!
 Yeni Derslik Binası'nın hemen önündeki Fizik ve Kimya Laboratuarlarının hemen önünde, o balkonumsu yerde oturmuş sıramızı bekliyorduk. O sırada, Bozkır’ın Balıklıova Köy’ünden olup, adının da Kemal YILMAZ olduğunu sonradan öğrendiğim bir arkadaş geliyor yanıma. Geçiyor karşıma…?!
Bu gün gibi hatırlıyorum: İyi niyetli ama “caka satmayı” seven bir arkadaş. Biraz da üstü başı düzgün, çalımlı… Bizler gibi altında şalvarımsı bir pantolon, üzerinde yakasız bir gömlek (işlik), ayakları yalın ve kara lastik giyili, yüzü de gün yanıklı değil yani!
Üstelik sınavlara Onlar; Ereğli'den gidip geliyorlar...
Otelde yatıp; lokantadan yiyorlar...
Yani bizim gibi Durlaz Köyü Misafir Odası'nda kalmıyorlar...
“Bir soru da kendisinin soracağını” söylüyor bana.
“Sor!” diyorum ben de O’na.
Kendime güveniyorum ya…!
Soru geliyor:
“İstiklal Marşı’nı kim besteledi?” diyor.
Tam da cımbızlanık bir soru bana!
 “İstiklal Marşı’nı kim besteledi?” diyor.
“Beste” lafını bile duymamışım henüz ben. Tek bildiğim “yakım yakmak”. Türküleri ve ninnileri yani…
Yine de atılıyor; “Mehmet Akif ERSOY” diyorum.
Kemal, alaycı alaycı gülüyor; üste çıkmanın gururunu yaşıyor.
“Oğlum, yazan, yazan O! İstiklal Marşı’nı Zeki ÜNGÖR besteledi” diyor.
“Gerçekten de doğru söylüyor olmalı...!? Evet, öyle olmalı…” içimden bir ses bunu tasdikliyor.
Bu bilgiyi de Kemal’den öğreniyorum.
“Bizim kitaplarda bu yazmıyordu; bunu kimden öğrendiğini” soruyorum.
“Oğlum, bunu kendi öğretmenimiz söyledi  bize!” diyor…
  
Bu arada “yanımda ders çalışacak kitap bulunmadığı” için bana kızmakta olan babamın morali biraz bozuluyor. Ben ise pek aldırış etmiyorum duruma… Allah var nasılsa…
Hem anlıyorum ki, demek bilmediğimiz nice şeyler var… Bilsek zaten burada ne işimiz var…?
Hattâ hayatı yaşamanın bile anlamı  ne..? Öyle ya hayat bile, başlı başına bir öğrenme ve gelişim süreci değil mi de…?

Ve Kemal şimdilerde Alanya’da…
Umarım emekliğin tadını çıkarmada…
Sanırım; yapıcı ve iyi niyetlerle dolu afiyet içinde bir hayat sürmede…
Ve sürsen inşallah… Hem burada, hem orada…

            ******************

Biliyorsunuz Mülâkat, yüz yüze ve birebir sözlü yoklamadır. Bilginin dışında genel görünüm tavır ve edanın da gözden geçirildiği bir yoklamadır.

Bu arada çağrılan bir grup içinde benim adım da okunuyor. Hemencecik giriyoruz orta kattaki bir dershanenin kapısının önüne. Ve sıra oluyoruz... Ellerimizde resimli diploma, resimsiz nüfus cüzdanları ve İlköğretim Müdürlüklerinden aldığımız sınava giriş belgeleri…
Dediğim gibi o bina yeni yapılmıştı ve ilk kez o eğitim öğretim yılında kullanılacaktı. Sonradan gördüğümüz kullanım biçimine göre Okul öğrencilerinden lise kısmında olanların okuduğu bölümdeki dershanelerden ikisiydi bu mülâkat salonları.…
Değim gibi, zemin üstü ve birici kat. Ara kat yani. O kattaki 4 dört derslikten, orta kısım tarafa bitişik konum ve batı istikametindeki o iki derslik… Bunları mülâkat salonları olarak ayarlamışlardı işte.
Sol taraftakinin güney, sağ taraftakinin kuzey yönündeydi pencereleri..
Sağda olanı matematik ve Fen, solda olanı da Türkçe ve Sosyal Bilgiler mülâkatı içindi.
Önce sol tarafta, matematik sınavının yapılmakta olduğu dersliğin önünde girdik sıraya. Oradan çıkan da sözel kısmın önünde giriyordu…

            ******************

Sıra bana gelip de içeri girdiğimde orada 4 ayrı Öğretmenin öğrencileri mülâkata aldığını görüyorum. Ne var ki birlikte değil; her biri ayrı bir öğrenci alıyor kendine.
Bir ne göreyim?
Sıra bizim torpil yaptıracağımız Bahri Öğretmen’de!
Hem şaşırıyorum bu tesadüfe, hem de derhal tanıyorum O’nu...
Ve doğruca O’na gidiyorum.
Bu denk gelişin şans mı yoksa şansızlık mı olduğunu hep merak eder dururum. Ancak hakkımı yemediğini de bilirim.
O’nun beni tanıyıp tanımadığını pek kavrayamıyorum. Renk vermiyor sanki. Ancak yine de tanıdığına inanıyorum. Çünkü hem aklın gereği bu, hem de yüzünde hafif bir tedirginlik seziyorum. Bu nedenle mi olsa gerek nedir bilmem…? Beni bir haylice sıkıştırdı sınavda… Adeta ilkokul müfredatının tamamını sordu bana. Her konudan yokladı... Hem de diğer öğretmenlere fark ettire ettire…

İlk önce:
-Dikdörtgen şeklinde bir tarlanın çevresini 4 kat dikenli telle çevirince kaç metre tel gideceğini,
-Tarlanın her köşesinde bulunmak kaydıyla, belirli aralıklarda kaç tane direk dikileceğini,
-Yine mesafeleri verilmek suretiyle tarlaya kaç tane ağaç dikileceğini hesap ettirdi.
     

Devamında:
-İçi sulu silindir şeklindeki bir havuzun içindeki su miktarını buldurduktan sonra, havuzu saniyede daha az miktarla dolduran su akıntısı ile daha çok miktardaki bir su boşalımı değerlerini vermek suretiyle havuzdaki mevcut suyun ne kadar zamanda boşalacağını buldurdu.

3. Sorusu:
-Kâr-zarar, faiz ve orantı hesaplarına dairdi.

4. Sorusu:
Ağırlık, uzunluk, hacim, ölçülerinin kendi aralarındaki muhtelif çevirmeleri konusundaydı.

Aklımda kalan son sorusu ise:
Bir kesir problemiydi. Devamı ise bayağı kesir ve ondalık sayı işlemleri ile, bunların birbirlerine çevrilmesine dairdi.

Doğrusu hatırımda kalan bunlardır. Sanırım başkaca soruları da olmalıydı. Ancak tüm sorduğu sorulara tereddütsüz ve doğru cevaplar verdim. Bunu biliyordum.
Fakat yine de Bahri Öğretmenimin gözlerinde bir beğeni işareti göremedim. Bu durum beni bir haylice tedirgin etmedi değil doğrusu.


Bu sınavdan çıkınca diğer salona girdim. Bu kez de sonradan kendisi bizlerin grup öğretmenliğini yapan anne gibi bir Öğretmen Güzide EMEKSİZ’in (KOÇYILDIRIM) önündeydim. Kendilerinin ya ilk, ya ikinci yılıydı henüz meslekte… İdealist ve içten bir kişilik olduğu her halinden belliydi…
Gerek okuma, gerek anlama ve anlatma, gerekse dilimizin kurallarına ta o günlerde hakimdim. Harita ve coğrafya bilgim bir köy okulu mezunundan beklenmeyecek derecede mükemmeldi. Bunu Köyümüz İlkokulu’nun (Çatak Üniversitesi) başarısına, okuma alışkanlığına, çocukluk arkadaşlarımızla oynadığımız kelime avı, haritada yer bulma benzeri oyunlara da borçluydum. Güzide Öğretmenimizin  branşı, Sosyal Bilgiler de olmuş olması da benim için büyük bir şanstı. Dolayısıyla Sorduğu her soruyu biliyordum. Üstelik asla tereddüt göstermiyordum. Hatta bana güncel şeyler bile soruyor ve biliyordum. Örneğin Hindistan’ın o sıralardaki popüler   Başbakanı “Bayan Indra Gandi” benzeri şeyler…
Yüz ifadesi oldukça memnun görüyordu. Biliyorum beğenmişti.... Bu durum oldukça  rahatlatmıştı beni. Eminim tam puan vermişti bana.   
Sevinçle dışarıya çıktığımda, sınava giriş belgelerimi içeride unuttuğumu fark ettim. Hemen geriye dönüp almak istedim. Bu arada Güzide Öğretmenim bir başka öğrenci almıştı mülâkata. Beni görünce gözleri aydınlandı. Kağıtlarımı almaktayken ben, O’da Okul’umuzun ağır topu ve kıdemli öğretmenlerinden biri olan Rahmetli Hocam, Meşhur Mustafa KARATAŞ’a yönlendi.
Beni işaret ederekten dedi ki O’na:
“Bakar mısın Mustafa bey şu çocuğa? Ne sorsan biliyor vallahi. Bir de sen sor istersen!?”
Rahmetli Öğretmenim KARATAŞ, bana şöyle bir baktı. Baktı ama sanırım gözü beni pek tutmadı. Belki duruşumu, belki kılık kıyafetimi. Bilemem… Yine de sordu:
“Birinci İnönü savaşı ne zaman oldu?”
Tarih dersinde olayların tarihini ezberlemek her zaman anlamsız gelmiştir bana. Dolayısıyla üzerinden çoklukla pas geçtiğim bir konudur bu tarihler…
Bir an tereddüt geçirdim. Doğrusu KARATAŞ’ın bakışlarından da etkilendim. 19921 mi yoksa 22 mi bilemedim. 1922 tercih etiysem de malûm tutturamadım.
Güzide EMEKSİZ Öğretmenimi doğrusu mahcup ettim. Bu mahcubiyeti doğrusu yüzünde gördüm! Belki mülakatı kazanmayı da riske ettim… Bunu o an böyle düşündüm.
Bu arada Mustafa KARATAŞ Hocam da üstelemedi. Önemsemez tarafından bana: “Çık, çık… Hadi çık!” dedi.
Çıktım ancak moralim de bozuldu. Doğrusu sınavı kazanacağımdan emin değildim artık. Güzide Öğretmenime yaşattığım bu mahcubiyet ile kendisinin önceki notunu değiştirip değiştirmediğini bilemezdim elbet.

Neyse ki mülâkatlar tamamlandı. Gerekli değerlendirmeler yapıldı. O gün öğleden sonra, henüz daha ikindi olmadan açıklandı.
Eski idare binasının Yemekhane tarafındaki girişite bulunan yüksekçe merdivenin tepesine çıkıp kazananları bir bir okudular..
Kazanalar 150 kişiydiler…
Bu yüz elli kişi Konya, Kayseri, Niğde ve Nevşehir illerine ait köy çocuklarının içindendiler. Duyuşumuza göre 30.000 kişilik bir başvurun içinden seçilmiştiler.
Ve benim adımda vardı içlerinde.
Lakin sondan gördüm ki en andaval ve beceriksizlerinden birisi bendim.

“Kazananların, yeni binanın alt katındaki büyük salonda toplanmasını” istediler. Okul’a kayıt için gerekenleri ve devlet verene kadar bizleri idare etmesi lazım gelen sair giyecek, defter. kalem ile sair ihtiyaçlarımızı anlatacaklardı.
Kazananlar sevinçle oraya gittik.
Söylediğim hususları bir, bir anlattılar.
Kayıt için yaşımız 12’den az olmamalıydı. Yani 12 doldurulmuş 13 ten gün alınmış olmalıydı. Az olanlar derhal yaşını büyüttürüp öylece başvurmalıydı Okul’a. İşte benim için önemli olan konulardan birisi buydu. Çünkü henüz 11 yaşımın içindeydim daha.  
Bir de senet yapılmalıydı noterden. Üstelik de 5.000 liralık… Kefilli falan olmalıydı. Okuyamaz yahut okumazsak devlet yaptığı masraf o senetten tahsil etmeliydi. İşte zor konulardan birisi de buydu. Bilmem ki Babama kefil olarak kimi bulabilirdi?!
Diğerleri ise Okul verene kadar idare edecek tarzda ve yine Okul’da kullanacağımız bir kısım giyecek, tarzı şeylerdi. Defter kalem tarzı şeyleri gelince okul kantininden alabilirdik.

Ha…! Bir de mandolin meselesi vardı. Bu da önemliydi.
Okul bunu çok önemsiyordu. Herkes, mutlaka bir müzik aleti çalmasını öğrenmeliydi. Okul’da. Bir ilkokul (sınıf) öğretmeni için vazgeçilmezdi bu.
Bunu  Okul’un Müzik Öğretmeni Zeki ÇUBUK çıktı anlatmaya:
Mandolin parası istiyordu. Hem de 125 lira.
Vallahi çok para… Bize göre hani ya!
Kendileri getirteceklermiş toptan Okul’ca.
Ve ucuz olacakmış o zaman. Dışarıdan da alabilirmişiz ancak illa da “Metin” marka mandolinler olmalıymış. Onlar iyi diğerleri iyi değilmiş. Her nereden bulacak idi isek onu.
Biz mandolin bulmasını dahi bilmeyiz. Değil ki “Metin” marka olanından bulalım!
Çaresiz getireceğiz parayı…
Getireceğiz ama, battı benim Babam…
Eyvah ki eyvah…! Bunca parayı nereden bulacak?
Battı benim Babam; battı!
“Tuz, gaz (gaz yağı) parası bile kalmayan(!)” Babam!
Hasılı…
İş ve masraf çok; zaman dar…
Yine de sevinçle ayrıldık Okul’dan…
 Ereğli’ye…
Oradan da ver elini Konya…



28- Diplomamı Kaybettik!

Mülâkatlar bitip de Ereğli’den Konya’ya geldiğimiz sıralarda vakit neredeyse akşam olmuştu. Bu saatlerde Hadim’e gidecek araba bulunmazdı. Sabah iki araba gelirdi Hadim’den Konya’ya… Belki bir de Taşkent’ten! Öğleyin saat 13.00 ve 14.00 civarlarında dönerlerdi geriye… Sonrası yok… Ta ertesi güne dek... Hadim-Taşkent istikametine vasıta yani...
Biz ise köy ve Konya arasındaki gidiş gelişlerimizde bu yolu kullanırdık.
Şöyle ki:
Konya’dan hareketle Karaman ve Mersin yönüne devam eden yoldan gidilir bizim Bozkır’a da. Çumra, Hadim ve Taşkent’e de… Hatta Ermenek’in Hadim tarafındaki yörelerine de...
Bizim yolumuz İçeriçumra’ya varıldığında sağ tarafa ayrılır bu yoldan. Doğruca güneye, Orta Toroslara… Taşeli Plâtosunun bulunduğu yaylalara… Sonradan İlçe olan Akviran yolu da bu sapaktan az sonra ayrılır sağa, batıya… Alibeyhüyüğü’nün önlerinden…
Buradan sonrası Bozkır, Hadim, Taşkent ve kısmen Ermenek (Sarıveliler) yolu…
Eskiden bizim de bağlı olduğumuz bir Nahiye olan “Belviran Bölgesinin” merkezi konumundaki Sarıoğlan’a varınca ayrılır bu yollar birbirinden. Orası, bir dört yol kavşağıdır. İleri istikameti Hadim, Taşkent ve Ermenek; Sağ taraf Bozkır, sol, yani doğu taraf da Karaman yönlerine gider.
Bizim Köy’ümüz, işte bu yol ayrımından sonraki Hadim-Taşkent-(Şimdilerdeki) Sarıveliler  yolu ile Bozkır yolları asındaki açıklıkta kalır. Ancak bu iki koldan Hadim-Taşkent tarafa giden yola daha yakındır.
Bozkır’a bağlı Yeniköy geçilince, Bizim Köy’e komşu, Taşbaşı Köyü sınırları içindeki “Yanık Güney, Akçakisse, Armudun Yanı, Hanın Önü” gibi muhtelif isimlerle anılan yerde inilir Bizim köye gitmek için. Oradan sonra, yaya olarak 1 saat sürer Yelbeği. Bulunulan yerden batı yönüne doğru…

Sarıoğlan’dan sonra batıya yönelerek ayrılan Bozkır yolu ise bize bir hayli uzaktan geçer Biz’e. Bozkıra giden yol, daha önceleri de anlattığım o Kınık Köyü’nün dahi kuzeyini takiple Aydınkışla’nın içinden, yine Köyümüzün kuzeybatı komşusu Hacılar Beldesi’nin kuzeyinden, devamla az ilerideki Ulupınar Köyü’nün kuzeybatısından geçer. Sonrasında da, hani o İvriz’in yazılı sınavına giderken cipçinin beni cipine bindirdiği Yazdamı’nın batısında, Bizim Köy’den Bozkır’a gidilen yaya yolla birleşir.
Sınava gittiğim zaman da anlattığım gibi orası Bizim Köy’e neredeyse yaya 3 saatlik bir mesafedir. Dolayısıyla Konya’ya gidiş gelişlerimizde biz bu yolu kullanmayız. Hatta Arabalarla da kullanmayız.
Doğrudan Hadim-Taşkent yoluna erişerek o yol üzerinden varırız Sarıoğlan’a ve devamına… O yolu kullanırız yani Konya istikametine…

Daha önce de anlattığım gibi Yazdamı’nın az ilerisi Türbeler ve Naldöken…
Türbeler’le Naldöken’in arası tepemsi bir geçit.... Ondan sonra yol aşağı doğru eğilir. Bozkır’a ve Bozkır’ın ortasında geçen o Çarşamba Çayı’nın vadisine…
Naldöken’in tam tepesinde sonradan yapılan bir yol kavşağı vardır… Bu kavşaktan sola, yani güneye ayrılan yol Bozkır-Hadim Yolu’na eklemlenir. Hadim’e bağlı olan “Dedemköy” (Dedemli), “Gezlevi” (Korualan), “Gerez” (Yalınçevre), “Fakılar” (İgdeören), vs. yerlere o yoldan gidilir. Ki Bozkır dolaşılmayarak yol kısaltılır.
Kaldı ki bahsini ettiğim bu yerleşim yerleri Konya’ya gidiş gelişlerinde bu yolu kullanırlar. Çünkü onlar için Hadim üzeri dolaşım gelir
Hatta bu yolu, “Küçük Hisarlık”, “Tepelice” “Tepearası” gibi Bozkır’a bağlı bir kısım köyler de kullanırlar. Özellikle, Konya’ya gidişlerinde…
Anlayacağınız; Köy’ümüze erişim böyledir.

            ******************

Bu konuya girişte de bahsettiğim gibi mülâkatlar bitip Ereğli’den Konya’ya geldiğimiz sıralarda vakit neredeyse akşama yaklaşmıştı. Hadim ve Taşkent yönüne gidebileceğimiz otobüs kalmamıştı.

Ancak zamanımız çok dardı. Hazırlıklar yapılacaktı. Okula gidişimin hazırlıkları…
O kısa sürede yaşım büyütülecekti mahkemede. Henüz İvriz’e gitmeye uygun olmayan yaşım! Ayrıca “Okuyamaz da okuldan ayrılırsam, devlet masraflarını geriye tahsil etsin”, yahut da “bizler işi daha sıkı tutalım” diye noterden kefilli senet hazırlanıp götürülecekti okula. Ve okul ihtiyaçlarım sıra sıra… İç çamaşırından, pijamasına; deri ayakkabısından terliğine… İlk kez kullanmaya başlayacağım dana nice şeyler…
Başkaca işlerimiz de vardı. Köy’deki sair işlerimiz….
Dediğim gibi zaman dardı!
Köylüler hızla girişmişlerdi sergiye (yaş üzümlerin kuruması için sergiliklere serilmesine) neredeyse…
Dolayısıyla bir an evvel köye varmalıydık köye ve işlerimize bakmalıydık.... Yatıp Konya’larda eğleşemezdik.
Hem zaten Konya’da bir gece yatmak da masraftı haylice… Otel zaten bilmezdik de; hanlarda bile…

Bu durumda tek çaresi vardı köye gidişin? Bozkır yolunu kullanmak… Çünkü Bozkır’a o saatlerde araba vardı. Ve son araba henüz kalkmamıştı. Bereket binilecek yer vardı Bozkır’ın son otobüsünde. Biletimizi aldık. Binip en arka koltuğa yerleştik. Haydi bakalım… Ver elini, Yazdamı yol kavşağı… Oradan da Köyümüz… Ve yaya olarak 3 saate gidecektik…

            *****************

“Din Bilgisi” kitabım Babamda… İlkokul diplomam da arasında. “Kaybedersin” diye aldı elimden onu babam da…
Oturağının altına koydu unutmasın diye… Koltuğun oturulan yerine, kendi altına yani….
Böylesi durumlarda ben pek ilgilenmem üzerimden sorumluğu kalkan yahut kalktığını varsaydığım işlerle… Aksi durum kafamı çok işgal eder de... Müdahale eder dururum hep. Bu durum karşımdakini rahatsız eder. İşte o yüzden, oldum olası ilgilenmem bu tarz şeylerle… Ve aklımdan tamamen siler, unuturum genellikle.
Neyse:
Geldik ineceğimiz yere… Vakit yatsıyı çoktan geçti. “Dur, mur falan…!” derken otobüs biraz ilerledi. Yazdamı yol kavşağını getçti ve ta Türbeler ile Naldöken’in arasındaki tepenin aşıtında durdu. Bilmem ki adam uyudu mu? Yoksa saygısından mı?
Sanki kabahat bizimmişçesine telaş ve aceleyle indik arabadan?
İndiğimiz gibi otobüs hareket etti.
Aynı anda heyecan ve telaşla Babam da zıpladı… “Diploma!” diye bağırdı. “Hooop, hop!” diye hem koştu hem bağırdı otobüsün arkasından. Sanırım sesini duyuramadı Garibim. Otobüs uzaklaştı.
Bana dönerek “Yazdamı’na kadar gitmemi, Ora’nın önündeki oluklarda kendisini beklememi” tembihledi.  Kendisi koşa koşa ta Bozkır’a emekledi. Koştu Otobüsün arkasından ve uzaklaştı.
Ah benim garip babam…!
Asla telaşlar görmeyesice Babam…
Hem burada, hem orada...

Yavaş yavaş Yazdımı’na vardım ben. Oluğun başında bekledim babamı. Neredeyse 2 saat sonra geldi. Ben Yazdamı’na geldikten sonra yani…
Elinde diploma yoktu!? Bulamamıştı Babam.... Üzgün ve perişan haldeydi Garibim Adam…
Anlattı:
Bozkır’a vardığında otobüs garajdaymış. Yanında kimseler de kalmamış. Soruşturup sürücüsünü bulmuş önce. O, “Ben bilmem, git muavine sor!” deyince, bir de muavin evi aramış Babam. Bulup sormuş ama nafile…?! “Görmedim” demiş muavin, “Arabayı güzelce temizledim ve garaja park ettim. İçinden aradığın gibi bir şey çıkmadı. Çıkan kağıtları da zaten çöpe attım!” demiş.
Garibim Babam gidip bir de çöpten aramış ama yok; yok işte…!
Camdan arabanın içine de bakmış ama görememiş işte…!
Keşke pilli bir el feneri bulup baksaydı içine…
Bilmem ki akıl edebildi mi de?
Hem akıl etse bile nereden bulacak da…
Gerçi çevredeki evlerin birisinden istenir amma...
Her neyse işte…
Bulamamış Babam diplomayı!

Veballeri kendilerinin, özellikle de şoförle muavinin boynuna…
Görmedilerse de, kontrol etmek için otobüse gitmek istemedilerse de, halâ otobüsün koltuğunda duruyor idi ise de, Oradan bir başkaları alıp gittiyse de, hattâ Naldöken’in tepesinde Babamın sesini duydukları halde duymazdan geldilerse de…
Ne yapacağımızı bilmez halde yaklaşık 3 saat kadar sonra da Köy’e çıktık. Vakit neredeyse sabahtı.
Şunca sıkışıklığın arasında başımıza açtığımız işe bakar mısınız?
Yattık, yatmadığın arasında yeniden yola çıktık. Doğruca Hadim-Taşkent yol kavşağına… Yanık Güney’e yani… Oradan da Konya’ya… Doğruca Demir Ali Hocam’a…
İyi ki O var…!
Hep O yol gösteriyor bize… 
Hiçbir yerde yol gösterensiz kalmayasıca Demir Ali Hocam!

            ****************

Evvela “Yeni Konya Gazetesi’ne” gidip bir kayıp ilanı veriyoruz. Ertesi gün o gazeteden bir tane alıyor ve o gazete ile Demir Ali Hocam’ın yazdığı dilekçeyi birleştiriyoruz. Bunu da doğruca Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğüne götürüyoruz. Bir kısım işlemler yapıyor Onlar ve bizi yönlendiriyorlar. Sonrası ver elini Bozkır… Elimizdeki evrakları Bozkır’daki zamanın İlköğretim Müdürlüğüne götürüyoruz. Onlar da işlemlerini yapıyor ve bizi Köy’e, Yelbeyi İlkokulu’na yolluyorlar. Bu arada her gittiğimiz yer bir yazı ekliyor dilekçemize;  elimizdeki evraklar sürekli  kabarıyor…

Okullar açılacak ya?
Bereket köye yeni öğretmen gelmiş. Gidip buluyoruz onu akşam akşam…
Bakıyor; bir kısım evrak da O ekliyor. Gördüğüm kadarıyla diploma defterindeki köy ilkokulunda bulunan nüshasındaki notlarımın hepsi var orada.
Gece saat 02.00 da yola çıkarak sabah erken yeniden Bozkır’a gidiyoruz. Doğruca İlköğretim Müdürlüğü… Gereğini yapıyorlar... Sanırım Köy’den gelen notlar ile kendilerindeki defter kayıtlarını karşılaştırıyorlar… Bir fark görmeyince gerekeni yapıp, elimizdeki tomara ekledikleri yeni belgelerle bizi yeniden Konya’ya yönlendiriyorlar. 
Bakar mısınız şu çileye ve kaybettiğimiz onca zamana…?
Üstelik de bunca sıkışıklığın arasında
Neyse ki Konya’ya varıyoruz. Doğruca Valilik konağına. İl Mili eğitim Müdürlüğü gerekli kontrolleri yapıp, gereken onayı veriyor. Elimiz tam koca bir tomar evrak doluyor.
Al sana yeni diploma…?!
Doğrusu ben pek bir şaşırıyorum buna.
Bir türlü içime yatmıyor.
Öyle ya: bundan diploma mı olur?
“İvriz’deki kayıt esnasında bunları kabul etmezler mu acaba?” diye çok endişeleniyorum.
Hattâ kayıt esnasında oldukça da korkuyorum...!
Kaydı, Öğrenci işlerine bakan  Müdür Yardımcısı bizzat kendisi yapıyordu.
Hem de kim?
Hani o, ben 3. sınıftayken kazara kulaklarımı çeken “Haavan Herif” var ya; işte O! Necdet ÖZTÜRK adındaki eski tarım Öğretmenimiz ki sanırım 1969 da Akşehir İlköğretmen okuluna gitti. Hatırımda kaldığına göre oralıydı zaten. Öğrenci işlerine bakan müdür yardımcısı oydu o zaman. Hani o eski idare binasında yapmıştı kaydımızı. Yapmıştı yapmasına ama bir güzel inceliyor o evrakları. Ödüm kopuyor bir şey diyecek diye…
Bereket seslenmiyor ve kaydımı yapıyor…
            Meğer diploma değil  de…
Diploma suretiymiş o…!


NOT: Kitabın önceki bölümleri ile devamını okumak arzu edenler;
http://okulyoluokul.blogspot.com/ şeklindeki bağlantıdan okuyabilirler!

Google News Takip Et
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? ’te Bozkır Haber'e abone olun.
Google News Takip Et
Son dakika gelişmelerden anında haberdar olmak için WhatsApp haber kanalımıza katılın.

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* yapılan yorumlar denetlendikten sonra yayınlanmaktadır.